‘İnsanlığın siyasi meselesi üç şeyi biraraya getirmektir:
ekonomik verimlilik, toplumsal adalet ve bireysel hürriyet.’
– John Maynard Keynes
Çok kısa bir süre zarfında baş döndürücü değişimlere (dijital dönüşüm, küreselleşme) maruz kalıyor, yepyeni meydan okumalarla (iklim krizi, negatif faiz, salgın) karşılaşıyoruz. Yapay zekayla, sosyal medyayla, küresel ısınmayla, durmadan para basan merkez bankalarıyla, Covid-19 kısıtlamalarıyla nasıl başa çıkabileceğimizi bilmiyoruz. Hatta bunlarla nasıl birlikte yaşayabileceğimizi bile kestiremedik.
Bu yeni dönemin yepyeni sorunlarına yenilikçi çözümler getirebilmek için siyasetin yeni kavramlara ihtiyacı var. Yeni Kamusallık da bunlardan biri olabilir.
Kamu ‘herkes, bütün’ anlamına geliyor. Nitekim Yunus Emre’nin meşhur dizesi ‘kamu âlem birdir bize’, kelimenin tam anlamını yansıtıyor. Yukarıda bahsettiğimiz değişimler ve meydan okumalarla, ancak herkesin optimalini gözeten ve devletlerden şirketlere, sivil toplum kuruluşlarından uluslararası organizasyonlara kadar bütün paydaşları seferber eden bir yaklaşımla başa çıkabiliriz.
Burada önemli bir nokta, günlük kullanımda ‘kamu’yu sıklıkla ‘devlet’ ile karıştırmamız. Tarihsel şablonlara takılıp kalır ve bu geniş tartışmayı devlet-özel sektör eksenine sıkıştırırsak meselenin büyüklüğünü ıskalarız.
Aslında insan topluluklarının bir araya geldiği ilk devirlerden beri güvenlik, adalet veya erzak depolama için herkesin yararını gözeten ve herkesi seferber eden bir ortak faaliyete, yani bir nevi kamusallığa ihtiyaç vardı. Ancak bu kavram modern anlamda II. Dünya Savaşı sonrası Britanya’da ortaya çıktı. William Beveridge’in her çalışanın bir katkı payı ödemesini, toplanan paranın da işsizlere, hastalara, emeklilere ve dul kadınlara aktarılmasını öngören teorisi, refah devletinin temelini attı. Böylece sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim, kamusallığın ana başlıkları olarak öne çıktı. Ancak bu dönemde ana, hatta yegâne kamusal aktör, devletti.
Bu model çeyrek asır sonra tıkandı. Hantal bürokrasi, yüksek enflasyon derken Reagan-Thatcher dönemi başladı. Devlet odaklı kamusallığın pabucu da dama atılmıştı. ‘Toplum yoktur, birey vardır’ ile özetlenebilecek, regülasyonların azaldığı ve küreselleşmenin hızlandığı bu devir de çeyrek asır sonra 2008-9 Büyük Finansal Krizi ile bitti. Dev bankalar vergi ödeyenlerin parasıyla kurtarıldı. Büyük bir günah sayılan para basmanın kapısı ardına kadar açıldı. Hızlanan teknoloji devrimi ve artan iklim sorunları, temel varsayımları sorgulatmaya başladı. Etki yatırımcılığı, evrensel temel gelir, dijital etik, blok zincir, karbon ayak izi gibi konular önem kazanmaya başladı.
Dünya yeni bir arayış dönemine girerken, yeni kavramlarla düşünmemizin zamanı da geldi. Keynes’in dediği gibi, ‘gerçekler değişirse fikrimi değiştiririm, ya siz ne yaparsınız?’
Yeni Kamusallık hepimizi kapsayan bir kubbe ise, dört sütun üzerinde yükselmeli: (i) yeni bir toplumsal mukavele (sosyal kontrat); (ii) fırsat eşitliği ve toplumsal seferberlik; (iii) yeni medya ve demokratik katılım; ve (iv) sağlıklı bir çevre. Üstelik, bu yapıyı tüm paydaşları kapsayan sağlam bir zemin taşımalı. Zira yük, devlet veya özel sektör gibi tek bir aktörün taşıyabileceğinden çok daha ağır.
Teknolojik atılımlar önce üretim ilişkilerini kökünden değiştirir, sonra da toplumsal mukavelenin yenilenmesine yol açar. 150-200 yıl önceki Sanayi Devrimi sonrası işçi sınıfının ortaya çıkması ve bunun neticesinde hafta sonu tatili, sendika, emeklilik gibi hakların devreye girmesi net bir örnek.
Şimdi de benzer bir dönemi yaşıyoruz. Mavi yaka işleri robotlara, beyaz yaka işleri yapay zekaya devredeceğimiz (yahut nasıl baktığınıza göre, kaptıracağımız) günler yaklaşıyor. Örneğin McKinsey, işlerin neredeyse yarısının otomasyonla yapılabileceğini ve 2030’a kadar 400 milyon istihdamın bu riske maruz olduğunu tahmin ediyor. Elbette yeni iş alanları (sosyal medya ajansı) ortaya çıkıyor, meslekler rol değiştiriyor (hekimlerin tahlil incelemek yerine ‘tıbbi danışman’ olması) ve yaşam boyu eğitimle yeni yetkinlikler -bir ölçüde- kazanılabiliyor. Ancak, hiçbir şey yapmadan miskin miskin oturacağımızı veya yapay zekanın kontrolüne gireceğimizi öngören distopyalar da yok değil.
Tabii bunlara gelene kadar, çok daha kısa vadeli bir mesele var: işini veya gelirini kaybeden kişiler nasıl geçinecekler? Covid-19, bu yakıcı soruyu gündemimize taşıdı. Üstelik, milyonlarca kişi artık tek işverene bağlı olarak, tek bir mekanda, belli mesai saatleri arasında ve belli kazançla (maaş ve haklar) çalışmıyor. Gig ekonomisi dediğimiz bu eğilim, çözümü daha da karmaşıklaştırıyor.
Vatandaşlık geliri, evrensel asgari gelir, asgari aile gelir desteği gibi kavramlar giderek ana akım tartışmanın parçası oluyor. İspanya 2020 ortasında bu yöndeki en büyük deneylerden birine başladı. Bu konulara hayli mesafeli olan ABD’de bile, önce başkanlığa, şimdi de New York Belediye Başkanlığı’na aday olan Andrew Yang, meseleyi ana akıma çekiyor. Fikre karşı çıkanlar, bunun çalışmamayı teşvik edeceğini, iş piyasasını bozacağını, suistimale sebep olacağını veya ekonomik faciaya (kamu borçlanması, enflasyon) yol açacağını iddia ediyorlar.
Toplumsal mukavelenin bir başka önemli yönü, güveni sağlayacak otorite. Sözleşmelerin resmiyet kazanmasından para biriminin belirlenmesine, asırlardır bu rolü devlet üstleniyordu. Ancak blok zincirin yaygınlaşmasıyla yeni bir güven mimarisi oluşabilir. Kişiler, meselelerinin bir kısmını merkezi bir otoriteyle değil ‘dağıtık bir defter’le (distributed ledger) çözmeyi veya alternatif para birimleri çıkarmayı (bitcoin) tercih edebilirler. Blok zincir üzerindeki akıllı kontratları, devlet-dışı ama kamusal bir yapının net bir örneği olarak görebiliriz.
Eğitim, sağlık ve teknolojiye erişimin durumu pek çok ülkede fırsat eşitliğini gündeme taşıdı. Türkiye’de eğitimin genel olarak geldiği hal ve EBA’ya ulaşamayan öğrencilerin durumu, ‘kamu okullarının bir ürünü’ olarak beni derinden yaralıyor. ABD’de 1.6 trilyon dolara (Türkiye’nin milli gelirinin iki katına) ulaşan öğrenci kredilerinin durumu, başkanlık seçiminin önemli gündem maddelerinden biriydi. Covid-19, ülkelerin halk sağlığı kabiliyetlerini derinden test etti. 21. yüzyılın üçüncü on yılında, geleneksel kamusallık içinde değerlendirilebilecek hizmetlerin erişilemez hale gelmesi manidar.
Ancak fırsat eşitliği, sadece bir toplumsal adalet meselesi olmanın çok ötesinde. Birincisi, gerçek anlamda liyakatten bahsedebilmek için en yetenekli ve çalışkan kişilerin önünü açmak şart. Fırsat eşitliğine dayanmayan bir liyakat, toplumsal sınıfların katılaşması ve adeta meritokratik bir kast oluşması anlamına geliyor. Örneğin interneti temel hak olarak gören bir anlayış, bu yüzden önemli. İkincisi, cinsiyet, etnik köken, din/ mezhep, siyasi görüş vb. sebeplerden vatandaşlarının bir kısmını dışlayan ülkelerin toplumsal enerjiyi seferber edebilmesi mümkün değil. Bu hem acil durumlarda (aşılama, salgın, terör saldırısı) hem de genel olarak kritik bir husus. Zira tüm üyelerini değer üretebilir hale getirmeyen, hatta başka ülkelerden böyle yetenekleri çekemeyen milletler, geride kalmaya mahkum. Üçüncüsü, fırsat eşitliği ekonomik üretkenlik ve kaynakların doğru kullanımını sağlayabilmek için bir mecburiyet. Ahbap-çavuş yaklaşımıyla, Acemoğlu-Robinson’un deyimiyle, ekonomik olarak ‘dışlayıcı’ sistemler kuranlar, ‘kapsayıcı’ sistemler kuranlara nazaran daha yoksul kalacaklar. Nihayet, belli bir minimum standarda, ancak muhakkak ki hak temelli olarak sahip olan kişilerin bireysel olarak da özgürleşebileceğini göz önüne almamızda yarar var.
Yani aslında gerçek bir bekâ meselesi arıyorsak, bakmamız gereken yer burası.
Internet’in siyasette büyük bir özgürlük ve şeffaflık rüzgarı estireceği, hatta hızlıca antik çağlardaki doğrudan demokrasiyi mümkün kılacağı ümitleri, en azından henüz, gerçekleşmedi. Bilakis, web’in (‘www’) icadından otuz yıl sonra elimizde iki büyük kaygı (yalan ve radikalleşme) ve bir büyük soru (verinin sahipliği) var.
Massachussets Institute of Technology’nin bir araştırması, sosyal medyada yalan haberlerin gerçeklerden altı kat hızlı yayıldığını gösteriyor. Üstelik bu fark, siyasi haberler için daha da fazla. Mark Twain’in ‘Gerçek ayakkabısını giymeden, yalan dünyayı üç kere dolaşır’ sözü tehlikeli biçimde hayatımızın bir parçası olmuş durumda. Bununla mücadele eden ve haberleri kontrol eden (‘fact checking’) sivil toplum girişimleri var ama etkileri nispeten sınırlı. Sosyal medya platformlarının bu konularda ilave sorumluluk alması ve bunun muhtemel sakıncaları, Donald Trump’ın hesaplarının bloke edilmesiyle iyice gündeme geldi. Yalan bilgi yaymanın ve şiddete teşvik etmenin ifade özgürlüğü kapsamına girmediğini savunanlarla, neyin ‘doğru’ olduğuna karar veren ve ABD Başkanı’nı bile susturabilen özel şirketlerin egemenliğini reddedenler arasında bir tartışma yaşanıyor. Kamusal alanı devletin mi (tekno-otokrasi riski), özel şirketlerin mi (dijital tekeller riski) yoksa başka mekanizmaların da koruması gerektiği mühim bir soru olarak önümüzde duruyor.
Sosyal medyada içine hapsolduğumuz yankı odaları (takip ettiğimiz kişiler, mesaj grupları), yalan rüzgarıyla birleşince, bir radikalleşme döngüsünün ortaya çıkmasına şaşırmamak lazım. Sansasyondan beslenen düşünceler (Qanon, Lozan Barışı’nın süresinin 100. Yıldönümünde dolacağı), Jamie Bartlett’ın ifadesiyle, hem ‘karmaşık meselelere basit çözümler sunuyor’ hem de ‘elitlere karşı iyi insanların haklarını savunuyor’. Pek çok ülkede siyasi baskıyla, her yerde de teknolojik değişim sebebiyle ana akım medyanın gerilemesi, bu eğilimi iyice besliyor. Velhasıl yeni bir kamusal alan ihtiyacı beliriyor.
Bunlar olurken bir büyük soru da veri sahipliği ve güvenliği. ‘Kişisel bilgileriniz büyük teknoloji şirketlerinde mi olsun, yoksa -bazıları demokratik olmayan- kendi hükümetinizde mi?’ sorusu hayli yakıcı. Nitekim 2020’deki sosyal medya kanunu ve 2021’in ilk günlerinde, Whatsapp’ın yeni kullanıcı sözleşmesini gündeme getirmesi sonrasında Telegram, Signal gibi alternatif uygulamalara doğru yaşanan sanal göç vesilesiyle, Türkiye de bu tartışmalarla tanıştı. Bir kez daha özel sektör ve devletin ötesinde bir kamusallık ihtiyacı karşımıza çıkıyor.
Öte yandan yeni medya, demokratik katılımı arttırma potansiyeli taşıyor. Siyasetçiler, temsil etmeye aday oldukları kişilerle doğrudan iletişim kurabiliyor, kitlelerinin yöneticilere sesini duyurması kolaylaşıyor. Sansürle engellenen muhalefet partileri seslerini duyurabiliyor. Kitlesel tepkiler dijital ortamda hızla kalabalıklaşıyor (SMA kampanyası). Velhasıl yeni medya, sadece popülistlerin değil, yeni siyasetin de aracı konumuna geliyor.
Şehir dokusu, bitki örtüsü ve hayvan nüfusunu da kapsamayan bir kamusallık düşünemeyiz. Üstelik, herhangi bir kültürel muhafazakârlık iddiası da tam buradan başlamak durumunda.
Örneğin alışveriş merkezi dikilmek istenen parklar, toplumun buluşma ve kaynaşma mekanı olma özelliğini kaybetmiş meydanlar, yanlış restorasyon kurbanı tarihi eserler, soylulaştırma (gentrification) ile adeta kötü bir estetik ameliyat geçiren semtler, yok edilmiş medyanlar ve artık hepsi birbirinin kopyası olmuş şehirler. Örneğin rant ekonomisine kurban edilen ormanlar, etki değerlendirmesi yapılmadan maden ruhsatı verilen yaylalar, orada yaşayanların görüşü alınmadan yapılan idroelektrik santrallerle kurutulan dereler. Örneğin av için canı satılan ceylanlar ve binbir eziyete uğramaları sadece ‘kabahat’ sayılan hayvanlar.
Öte yandan olumlu gelişmeler de yok değil. Örneğin Biden yönetiminin Paris İklim Anlaşması’na dönüş kararı alması, Avrupa Birliği’nin endüstri 5.0 vizyonuna çevreyi yerleştirmesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Taksim Meydanı tasarımı yarışmasında 350 binden fazla İstanbullunun oy kullanması ve tarihi-kültürel eserler etrafında artan farkındalık. Bu alan, Paris Anlaşması’nda bahsedildiği üzere ‘insanlığın müşterek kaygısı’ olduğu, küresel bir koordinasyon gerektirdiği, yapısı itibariyle genel bir birliktelik ihtiyacını tetiklediği ve ortak değerlerimizi muhafaza etmenin yöntemi olduğu için Yeni Kamusallık için önemli bir başlangıç damar olabilir.
Yeni Kamusallık’ın iki büyük riski var: denge ve koordinasyon.
Keynes’in yazının girişinde atıf yaptığım sözü, denge kısmını özetliyor. Genelde devletçilik odaklı ilerleyen aşırı kamusallığın bireyin özgürlüğünü ve ekonomik verimliliği ezme riski her zaman var. Nitekim, ‘halk cumhuriyeti’ ünvanlı yönetimlerin, Hayek’in Kölelik Yolu’nu çağrıştırır şekilde, vatandaşlarını nasıl gördükleri ortada. Öte yandan, bireyi -örneğin büyük teknoloji şirketlerine karşı- tek başına bırakmanın nasıl sonuç vereceği ortada. ‘Kamu özel sektörü tamamen yalnız bıraksın’ konusuna hiç girmiyorum, zira 2008 Eylülü’nde büyük yatırım bankaları ABD hükümeti tarafından kurtarıldığında o argüman sulara gömüldü. Bu riski hep göz önünde bulundurmamız lazım.
Koordinasyonun ise tepeden inme bir hiyerarşi (kutular ve oklar!) ile değil, ancak bir ağın (network) oluşumu gibi şekillenmesini mümkün görüyorum. Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte, devletlerden şirketlere, sivil toplum kuruluşlarından uluslararası organizasyonlara kadar aktörlerin birbirleriyle kurdukları ilişkiler silsilesi bunu gerçekleştirebilir. Hatta devlet organları arasında dahi ciddi bir birlikte çalışma kültürünün oluşması gerekiyor (belediye ve merkezi idare, merkezi idarenin içindeki muhtelif bakanlıklar). Bunun nasıl olacağından çok, olmasını tetikleyecek mekanizmalara (ortak projeler, katılımcı toplantılar) yoğunlaşmakta yarar var. Zaten koordinasyonun bir sonuç değil, bir süreç olduğunu aklımızda bulundurmamız lazım.
Einstein’in meşhur sözündeki gibi, problemleri onlara sebep olan yaklaşımlarla çözemeyiz. Baş döndürücü değişimleri (dijital dönüşüm, küreselleşme) ve yepyeni meydan okumaları (iklim krizi, negatif faiz, salgın) ancak yeni bir perspektifle, yeni kavramlarla ve yeni bir siyasetle aşabiliriz.