24 Temmuz 2022, Politikyol
Bundan dokuz yıl önce, bir Temmuz gününde Resmi Gazete’de yayınlanan 10. Kalkınma Planı Cumhuriyetimizin 100. yılı için şu hedefleri koymuştu:
2023 yılında GSYH’nın 2 trilyon dolara, kişi başına gelirin 25 bin dolara yükseltilmesi; ihracatın 500 milyar dolara çıkarılması; işsizlik oranının yüzde 5’e düşürülmesi; enflasyon oranlarının kalıcı bir biçimde düşük ve tek haneli rakamlara indirilmesi hedeflenmektedir.
O günden beri köprünün altından çok sular aktı. Artık 2023 hedefleri hayalden ibaret. Hatta, başladığımız noktanın bile gerisine düştük. Aynı hedefler bugün, bundan dokuz yıl sonrası için ilan edilse, kimse bunu ‘iddiasız’ bulmayacaktır.
Peki, ‘olmadı’ deyip yılacak mıyız? Elbette ki hayır.
Nereden nereye?
Yukarıdaki beş eksende ilan edilen hedeflere ve mevcut duruma yakından bakalım:
GSYH (milli gelir). 2013’de milli gelirimiz 958 milyar dolardı. Bugün milli gelirimiz 750 milyar dolar civarında. Bir diğer deyişle, 2 trilyon dolarlık hedefin neredeyse üçte birinde, başladığımız noktanın bile gerisindeyiz!
Yazılarımı takip edenler bilecektir – sayıları bir çerçeveye oturtmayı önemsiyorum. Milli geliri de nüfus, dünya ve zaman açılarından değerlendirelim.
Dünyanın 18. büyük nüfusuna sahibiz. Yani ortalama (eski ifadeyle ‘vasat’) bir performans göstersek dünyanın 18. büyük ekonomisi olmamız lazım. Halbuki 21.’yiz. Hep vasatlıktan şikayet ederdim – artık ‘vasat’ olmak için bile tırmanmamız gerekiyor!
Dünya ekonomisindeki payımız yüzde 1’in altında. Beşte birimiz nüfusa sahip Hollanda’nın milli gelirleri bizimkinden büyük. Kendimizi kıyaslamayı sevdiğimiz Güney Kore 1.8 trilyon dolar milli gelirle dünyada ilk 10’da ve kendisinin 2.5 katı nüfusa sahip Rusya’dan daha büyük bir ekonomi (2021’de, yani savaş öncesi verilerle). Hedefimizi tutturabilseydik biz de dünyada ilk 10 ekonomiden biri olacaktık.
İşin ilginci, son 60 senede ekonomik büyüklükteki dünya sıralamamız 17.’lik ile 21.’lik bandında gidip gelmiş. Halbuki bu sürede, dünyada Sovyet bloğunun çökmesinden dijital devrime, Türkiye’de ise ekonomik serbestleşme adımlarından AB üye adaylığına kadar neler neler yaşandı… Tabii mevcut halimiz tarihsel performansımızın en düşüğü. Yapısal reform ihtiyacımızın belki en net göstergelerinden biri dünyadaki sıralamamız.
Kişi başına gelir. Milli gelir hedefini bu derece ıskalayınca, kişi başına gelirde de büyük bir sapma olması kaçınılmaz. 2023 hedeflerinin açıklandığı yıl dünyada ortalama kişi başına gelir yaklaşık 11 bin dolardı. Ülkemiz ise 12,500 dolar ile ‘yüksek gelirli ülkeler’ kategorisine geçişin eşiğindeydi. Artık, 10 bin doların altında; dünya ortalamasının da, 2013’deki halimizin de ‘yüksek gelir’ çıtasının da çok gerisindeyiz. Son dokuz yılda Romanya’nın ve Macaristan’ın ‘yüksek gelir’ ligine terfi ettiğini de belirteyim.
İhracat. 2021’de 225 milyar dolar ihracat yaptık; 2022 beklentisi ise 250 milyar dolar. 2023 hedefinin ancak yarısına varabildik. Meseleye fiyat ve hacim açısından bakalım.
2021’de ihracatımızın fiyatı 1.28 dolar/kg oldu. Önceki 16 senenin ortalaması 1.35 dolar/kg. Bu dönemdeki zirve değere, pek çok farklı ekonomik göstergede de rastladığımız üzere, 2013 (1.54) – 2014 (1.59) yıllarında erişmişiz. Ancak Japonya (3.86) ve Almanya (3.78) üç katımız, Güney Kore (2.70) iki katımız, Polonya (1.87) 1.5 katımız fiyata ihracat yapıyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin ‘kilogram başına ihracat değerimizi 2 doların üzerine taşıma’ hedefini gerçekleştirmek ihracatımızı 400 milyar dolara taşır. Elbette bunun yolu, üretimde bilgi/ teknoloji yoğunluğunu artırmak, daha yüksek katma değerli sektörlerin payını yükseltmek ve ülkemizden markalar çıkarmak.
İhracat hacmini artırmak için ise, yeniden şekillenen değer zincirlerine entegre olmak (‘near-sourcing’ yani ‘yakından satın alma’); ekonomi diplomasisi (ihracatımızın yüzde 41’ini yaptığımız AB ile Gümrük Birliği’nin revizyonu, tek dijital pazarın öncelikli müzakeresi) ve sektörel hamleler (yazılım, diziler, danışmanlık/ taahhüt gibi alanlarla hizmet ihracatı) gibi önemli fırsatlar vardı; hala da var.
İşsizlik. 2023 için yüzde 5 hedefi açıklandığında, ülkemizdeki işsizlik oranı yüzde 10’un biraz altındaydı. TÜİK mevcut durumun yüzde 11 olduğunu söylüyor. Bu alanda da bırakın hedefe varmayı, başladığımız noktadan dahi geriye düşmüş durumdayız. Daha önemlisi, 84 milyonluk ülkemizde sadece 31 milyon kişi (devlet memurları hariç 26 milyon kişi) çalışıyor. Bizimle benzer nüfusa sahip Almanya’da bu sayı 43 milyon.
Neredeyse 4 milyon kayıtlı işsiz, bir o kadar da iş bulma ümidini kesmiş vatandaşımız var. Her yıl 1 milyon kişi çalışma çağına giriyor. ‘Ne okulda ne evde’ gençlerimizin sayısı 6 milyona yaklaştı. Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunda 750 bin kişi çalışıyor. Nasıl bir istihdam ve yatırım seferberliğine ihtiyacımız olduğunu düşünün!
Enflasyon. Herhalde en ağır sapmanın yaşandığı kriter, enflasyon oldu. 2013 Mayıs ayında enflasyon yüzde 6.5 idi. 2022 Haziranı’nda konuştuğumuz sayılar apayrı bir boyutta – TÜİK’e göre yüzde 79 tüketici, yüzde 138 üretici enflasyonu var. Neticede, 2023 hedeflerinin konduğu günlerde yüzde 5 civarındaki Hazine faizi beşe, 120 baz puan civarındaki CDS (temerrüt riski sigorta primi) yediye katlandı.
Bırakın ‘kalıcı bir biçimde düşük ve tek haneli’ enflasyonu, geçen yıl ‘korku senaryosu’ olarak bahsedilen ‘yüzde 30’ bile iyimser bir hedef halini aldı. Her gün yaşayarak tecrübe ettiğimiz bu konuda pek bir şey söylemeye lüzum yok. Ancak enflasyonun vatandaşın cebinden para çalmak anlamına geldiğini ve bilhassa orta direğe harp ilan etmek olduğunu vurgulayayım.
Hayaller, hayatlar
Bir hedef neden tutmaz? Aklıma üç muhtemel sebep geliyor: konan çıta gerçekçi değildir; beklenmedik negatif gelişmeler yaşanmıştır; veya yetkililer başaramamıştır.
Peki bizdeki durum hangisi? Teşhisimiz doğru olsun ki tedavimiz de doğru olabilsin.
Yüksek çıta. 2023 hedeflerinde böyle bir durum görmüyoruz: rakamlar iddialı, ama 2013’den baktığımızda erişilebilir. Mesela, önceki on yılda (2002-2012) 3.5 katın üzerinde büyüyen milli gelir için, on yılda iki katın biraz üzerinde bir büyüme hedeflenmiş. Bunun doğal neticesi, kişi başı gelirin ikiye katlanması hedefi. Yahut, önceki on yılda 4.5 katına çıkan ihracatın, on yılda yaklaşık üç katına çıkması amaçlanmış (bu seviye Güney Kore’nin 2021 ihracatının üçte ikisi). Enflasyonu ise zaten 2013’deki seviyelerde tutmak öngörülmüş. En iddialı hedef işsizliği yarıya indirmek. Bu da büyüme ve istihdam dostu politikalarla -en azından kısmen- olabilirdi.
Beklenmedik negatif gelişmeler. On senelik bir hedef koymak kolay iş değil. İş hayatımda her bütçe döneminde gülümseyerek hatırladığım, Amerikalı sporcu Yogi Berra’nın meşhur sözündeki gibi: ‘Tahmin yapmak zordur, hele de geleceğe dairse!’
Türkiye geçtiğimiz dokuz yılda pek çok sıkıntıyla karşılaştı. Ancak beş faktör yaşananları sadece bununla açıklayamayacağımızı gösteriyor. Birincisi, problemlerin önemli bir kısmı karar vericilerin kadro ve politika tercihlerinin neticesiydi. Nitekim ekonomik sancılar Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi sonrası ciddi şekilde arttı. İkincisi, bazı beklenmedik pozitif gelişmeler de yaşandı. Örneğin büyük merkez bankalarının parasal genişlemeleri beklenenden uzun sürdü. Üçüncüsü, ülkeyi risklere, belirsizliklere ve sıkıntılara karşı korumak da yönetim sorumluluğunun bir parçası. Kimse ‘dikensiz gül bahçesi’ idare etmeyi beklememeli. Dördüncüsü, ne olursa olsun, istisnasız her kriterde başladığımız noktanın gerisine düşmek, on yılı kaybetmek, izahı olamayacak bir durum. Nihayet, performansı sürekli dış faktörlere bağlamak sıkıntılı bir alışkanlık. ‘Başarılar bizden, terslikler başkasından’ denklemi hiç gerçekçi değil.
Yetkililerin başaramaması. Ne kadar fazla yetki varsa, o kadar fazla sorumluluk olur. Son dokuz yılda Türkiye’yi tek parti iktidarı yönetti. Üstelik, idareyi yeni üstlenmemişti – ‘enkaz devraldık’ durumu yoktu. Bilakis pek çok kriterde Türkiye ekonomisi tarihi zirvelerine erişmişti. Üstelik, son dört yıldır, ilgili referandumda adeta ‘her derde derman’ olacağı söylenen ‘Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ çerçevesinde, yürütmenin yetkileri daha da kapsamlı hale geldi.
Tüm kariyerini özel sektörde geçirmiş birisi olarak, ister istemez aklıma şu soru geliyor: ‘Bir firma yönetimi, dokuz yıl iş başında kaldıktan sonra şirketi küçültmüş, hedefinin sadece üçte birine varmışsa, hissedarlar ne yapar?’. Cevabı okurlarımıza bırakıyorum.
Buradan nereye?
Ekonomik hedeflerimize varmamız ancak topyekün bir değişim ile mümkün olabilir.
Bunun için öncelikle sağlam bir temel gerekir. Örneğin hukukun üstünlüğü; tarafsız ve bağımsız yargı; geniş hürriyetler; güçlü kurumlar; işleyen kurallar; ve ehil kadrolar.
Bu temel üzerinde, güçlü, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir ekonomik büyüme inşa edilebilir. Sağlam, öngörülebilir ve rasyonel bir makroekonomik çerçeve, bunun ‘olmazsa olmaz’ şartı. Bununla birlikte, ancak dünya ile yarışma ve katma değer odaklı bir sanayileşme perspektifi; girişimcinin prangalarını çözen bir politika seti; ve dijital dönüşüme ülkemizi hazırlayan bir vizyon ile ‘orta gelir tuzağı’ndan kurtulabiliriz. Bu yaklaşımın ana ekseninde üretim, yatırım, istihdam, ihracat ve yenilikçilik olacaktır.
Bundan dokuz yıl önce, bir Temmuz gününde Resmi Gazete’de yayınlanan 10. Kalkınma Planı’ndaki ifade bugün hala geçerli:
Uzun vadeli kalkınma amacımız, yeniden şekillenmekte olan dünyada miletimizin temel değerlerini ve beklentilerini esas alarak gerçekleştirilecek yapısal dönüşümlerle ülkemizin uluslararası konumunu yükseltmek ve halkımızın refahını artırmaktır.
Milletçe bu kez başaracağız. Çünkü Türkiye çok daha iyisini hak ediyor.