3 Ağustos 2021 , T24
‘Ne kadar değişirse, o kadar aynı kalıyor’
– Jean-Baptiste Alphonse Karr, 1849
Bir gün haber okumasak çok şey kaçırdığımız, ama on yıl haber okumasak pek bir şeyin değişmediğini göreceğimiz bir ülkemiz var. Bir yandan müthiş bir hareketliliğin içindeyiz: Norveç’te bir yılda geçen olayı birkaç günde yaşıyor olabiliriz. Öte yandan, ana meselelerimizin çoğu -dozu değişmekle birlikte- yıllardır aynı: hayat pahalılığı, eğitim sistemi, Kürt sorunu, işsizlik, trafik kazaları…
Halbuki bunları çoktan halletmiş olmamız gerekmez miydi? Öyle bir durumda, dünyanın karşılaştığı yepyeni meydan okumalarla (dijital dönüşüm, iklim krizi) veya İsviçre’de referandumu yapılan daha lüks konularla (‘her vatandaşa maaş bağlansın mı?’) uğraşıyor olurduk. Maalesef kronikleşmiş sorunlarımızdan bir türlü yakamızı kurtaramıyor, günlük hayatta kan ter içinde koşturmamıza rağmen orta vadede bir arpa boyu yol gidemiyoruz.
Elbette yıllar geçtikçe imkanlarımız ilerliyor (sokak videolarında ülkenin halinden şikayet eden gençlere ısrarla ‘cep telefonunu göster’ diyerek çıkışan orta yaşlı, aksi adamları hatırlayalım (!)). Ancak bu bizim başarımızdan ziyade dünyadaki teknolojik ilerlemenin sonucu. Nitekim veriler tabloyu netleştiriyor. Mesela doğduğum yıl olan 1978’de dünyanın 18. büyük ekonomisi olan Türkiye bugün hala bu civarda. Dünya ekonomik büyüklüğündeki payımız yıllardır dünya nüfusundaki payımız seviyesinde: kabaca yüzde 1. Yani kişi başı milli gelirde tam anlamıyla ortalama (‘vasat’ demeye insanın dili varmıyor) bir ülke olmaktan çıkamıyoruz.
Neden olmuyor?
Bu kısır döngüye saplanmamızın dört ana sebebi olduğunu düşünüyorum:
Mekanizmaya değil kişiye odaklanma eğilimi – Çözümü, soyut ve steril mekanizmalar yerine somut ve duygusal bağ kurabileceğimiz kişilerde arıyoruz. ‘İyi insanlar iş başına gelsin’ yahut ‘bizi kurtarın’ gibi anlaşılır temenniler bu yaklaşımın örnekleri. Ancak yetki verdiğimiz insanlar sandığımız kadar iyi çıkmayabilecekleri gibi zaman içerisinde yetkinin etkisiyle değişebilirler. Lord Acton’un meşhur sözündeki gibi, ‘güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar!’
‘Nasıl?’ değil, ‘ne?’ söylemi – Söylediklerimize kimse itiraz edemiyorsa, muhtemelen genel geçer konuşmayı ve politik doğruculuğu abartmışızdır. ‘Her işin başı hukuk’, ‘eğitim şart’, ‘katma değeri artırmalıyız’ gibi şeyleri müthiş bir özgüvenle söyleyen uzmanları bir düşünün! Kimsenin ‘hukuk olmasın’, ‘eğitim gereksiz’, ‘katma değerimiz düşsün’ demesi mümkün değil. Maharet bunların nasıl olacağını söylemekte. Herkesin üzerinde mutabık kalacağı besbelli ilkeleri, tespitleri, temennileri tekrarlamanın kimseye faydası yok.
Konfor alanı – Sıkça kriz yaşamaktan gelen riskle barışıklık ve eski ekonomik döngülerde dipten hızla yükselmenin hatıraları, güçlü toplumsal bağlar ve emniyet ağları ile birleşince, bulunduğumuz alandan çıkma ve problemleri kökten çözme arzusu törpüleniyor. Bunun doğal sonucu, meselelerle yaşamaya alışmak veya öğrenilmiş çaresizliğe kapılmak. Neticede, Süleyman Demirel’in dediği durum gerçekleşiyor: ‘Türkiye yönetilmez, idare edilir’.
Zaman algısı – Bir yanda kısa (TCMB enflasyon hedefi) ve uzun vadeli (2023 hedefleri) planlarda muazzam sapmalar… Öte yanda en geç dört yıl sonra seçmen karşısına çıkacak siyasetçilerin hızla yapması gerekenlerle eğitim, sosyal güvenlik gibi nesilleri etkileyen konular arasındaki yapısal vade uyumsuzluğu… Bu arada geçip giden yılların fırsat maliyeti… Gerçi milletçe bu durumdan pek rahatsız değil gibiyiz (belki şehirlerimizin ana meydanlarına dev kum saatleri kondurursak zamanın nasıl akıp gittiğinin daha iyi farkına varabiliriz!)
Nasıl olur?
Bu tespitler nesillerdir geçerli olduğuna göre, onları aşmanın hiç de kolay olmadığı aşikâr. Peki ama bunu başarmak mümkün mü? En azından dört alanda hamle imkanı olduğuna inanıyorum.
Yapısal değişiklikler – Türkiye 16 Nisan 2017 referandumuyla partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçti. Fevkalade başarısız olan bu yapıdan çıkış sürecinde tartışmayı mekanizmalar (kurumlar ve kurallar) üzerinden yapma fırsatımız var. Yeni ve kapsayıcı anayasa, kurumsal mimarinin onarımı (bağımsız kurumlar), kurallı yönetim yaklaşımı (mali kural), dönem kısıtları gibi adımlar çözümü kişi odağında aramaktan bir nebze de olsa çıkmamızı sağlayabilir.
Somutluk talebi – Seçmenin prensiplerden, tespitlerden ve temennilerden sıkıldığını, pratik öneri duymak istediğini, sahada bizzat gözlemleme imkanım oldu. Üstelik, gençlerin bitmek bilmeyen nutuklara ve dolambaçlı cümlelere tahammülünün olmaması (bir Youtube videosunun 6-8 dakikayı geçmemesi tavsiye ediliyor) da bir şans. Sade ve somut mesajlar veren bir üslup, bu seçmen talebini karşılayabilir. Üstelik, böylelikle, iletişim odağı siyasetçinin şahsıyla duygusal bağ kurmaktan ihtiyaç duyulan çözümleri konuşmaya taşınabilir.
Sürekli mukayese – İnternet sayesinde dünyayla irtibat halinde olmak, salgın ve döviz kuru sebebiyle aksasa da Erasmus ve benzeri programlarla farklı ülkelerde yaşamak, değişime direnişin ana sebeplerinden biri olan konfor alanını daraltıyor. ‘Bir spor ayakkabı almak neden benim için ciddi bir konuyken Münih’teki bir yaşıtım için sıradan bir alışveriş?’ sorusu ciddi bir talebi tetikliyor. Hem bu fırsatları değerlendirmeli hem de internet erişimi ve seyahat gibi dünyayla bütünleşme dinamiklerini daha da desteklemeliyiz. Zira kendimizi her konuda (kişi başı milli gelir, olimpiyat, Eurovision) küresel kantarda tartmak, performans iddiamızı diri tutmak için elzem (T24’deki Endeks Milliyetçiliği[1] yazısında bu konuyu ele almıştık).
Toplumsal seferberlik – Türkiye’nin önündeki en büyük risklerden birinin, ilk seçimle yaşanması muhtemel hükümet değişiminden sonraki bahar havasına milletçe kendimizi fazla kaptırmamız olduğunu düşünüyorum. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için gereken pek çok reformu yapmaya imkan verebilecek bu süreyi ‘artık nasıl olsa her şey düzeldi’ diye çarçur edersek, ciddi bir fırsatı heba ederiz. Bu doğrultuda, birden fazla seçim dönemi sürebilecek bir reform programı için toplumsal seferberlik ruhuna ihtiyacımız var. Nitekim T24’deki ‘Yeni’nin Yol Haritası[2] yazısında bunu dört kritik adımdan biri olarak tanımlamıştık: (i) restorasyon, yani onarım (kurumlar ve haklar/hürriyetler); (ii) entegrasyon, yani bütünleşme (kapsayıcılık ve evrensellik); (iii) mobilizasyon, yani seferberlik (kadınlar ve gençler); ve (iv) transformasyon, yani dönüşüm (ekonomik atılım ve teknolojik sıçrama)
Sonuç
Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkanı vermiyor’ derken, günlük hayattaki müthiş hareketliliğin odaklanmayı zorlaştıran etkisini mi yoksa sürekli tekerrür eden meselelerin yarattığı yılgınlığı mı kastediyordu, bilmiyorum. Belki her ikisini de. Ama meselelerimizi kalıcı olarak çözmeye başlarsak, haber okumadığımız günlerde çok şey kaçırmaktan endişe etmeyeceğimizi ve Türkiye’nin evlatlarının daha başka şeylerle de meşgul olmaya başlayabileceklerini biliyorum.