Izmir Iktisat Kongresi Konuşmasi, 16 MART 2023
I.
Haziran 1992.
Vatandaşlarımızın yarısı henüz doğmamış. Türkiye’nin nüfusu 57 milyon. Kişi başı gelirimiz 2.500 dolar. Yıllık ihracatımız 15 milyar dolar.
Soğuk Savaş yeni bitmiş. Doğu Avrupa ülkelerinin ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin nasıl ilerleyeceği meçhul. Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkeleri Avrupa Birliği adıyla birleşmeye karar vermiş.
Internet’in Türkiye’ye gelmesine henüz bir sene var. Cep telefonunu kimse bilmiyor. Amazon deyince akla alışveriş sitesi değil nehir ve orman geliyor.
Böyle bir ortamda İzmir İktisat Kongresi toplanıyor. Tema tam isabet: “21. Yüzyıla Doğru Türkiye”
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, vizyoner konuşmasını tarihe geçen cümlesiyle tamamlıyor: “Ciddi hatalar yapmazsak, 21. yüzyıl Türkiye’nin yüzyılı olacaktır.”
II.
O gün ben ortaokul öğrencisiydim. Bugün oğlum liseye gidiyor. İki kongre arasında tam bir nesil var. Peki, bu süreyi nasıl geçirdik?
Elbette büyüdük. Nüfusumuz 1.5 katına çıktı. Kişi başı milli gelirimiz 12.500 doları gördükten sonra şimdi 9.500 dolar seviyesinde. 30 sene önce bir yılda yaptığımız ihracatı, şimdi bir ayda yapıyoruz.
Öte yandan, dört alanda karnemiz pek parlak değil.
Birincisi, dünyadaki durumumuz. 1992’deki kongreye giderken dünyanın 20. büyük ekonomisiydik. Bugün aynı yerdeyiz. Dünya ekonomisindeki payımız yüzde 1’di. Şimdi bunun bile altındayız. Dünya nüfusunun yüzde 1’ine sahip bir ülke için, bu çok vasat bir durum.
İkincisi, rakiplerimize göre halimiz. Kişi başına milli gelirde 30 sene önce Polonya ile aynıydık. Bugün bizim iki katımızlar. 1992’de Çin’in kişi başına milli geliri yedide birimizdi. Bugün bizden yukarıdalar.
Üçüncüsü, hedeflerimizi tutturma performansımız. Meşhır 2023 hedeflerinin o kadar uzağındayız ki… Milli gelirde hedef 2 trilyon dolardı. Yarısından bile düşük seviyedeyiz. Hatta on yıl öncenin bile gerisindeyiz! İhracatta hedef 500 milyar dolardı. Ancak yarısına varabileceğiz. Yüzde 5 işsizlik ve tek haneli enflasyonu söylemiyorum bile!
Dördüncüsü, kaçan fırsatlar. Mesela elimizden kayıp giden demografik fırsat penceresi. Çalışma çağındaki nüfusumuzun toplamdaki payı artık düşmeye başlıyor. Halbuki 2009’dan 2019’a kadar bu kitle 9 milyon kişi artmış, 65 yaş üstü nüfusumuz sadece 2 milyon kişi büyümüştü. Mesela jeopolitik imkanlar. 1992’de Sovyet boyunduruğundan yeni kurtulan Doğu Avrupa ülkeleri ve o sene iç savaşa savrulan Yugoslavya’nın bazı parçaları, bugün Avrupa Birliği’nin Euro kullanan üyeleri. Mesela ucuz para dönemi. Gelişmiş ülke merkez bankalarının bolca para basması neticesinde, birkaç sene önce 17 trilyon dolarlık tahvil negatif faizle iş görüyordu. Dünya tarihinde ilk defa yatırımcılar 100 Euro borç verip 99 Euro geri almaya razıydı! Tabii bu para gidecek yer arıyordu; bize gelmedi. Mesela teknolojik dönüşüm. Internetten cep telefonuna, Google’dan Twitter’a, yapay zekadan blok zincire kadar hayatımızın her alanının değişti. Biz, Sanayi Devrimi’ni ıskalamanın bedelini bir imparatorluk kaybederek ödemiş bir ülkeyiz. Bilgi Devrimi’nden yararlanabildik mi?
Dediğim gibi, bu açılardan bakınca karnemiz pek parlak değil. Ancak, İzmir’in değerli evladı Sezen Aksu’nun Kaybolan Yıllar şarkısını dinleyerek kendimize acıyacak da değiliz.
III.
Adını net koyalım: patinaj halindeyiz. Buradan çıkmak için ihtiyacımız olan şey, topyekün bir kalkınma seferberliği. Kamudan özel sektöre, gençlerden kadınlara, hukuktan teknolojiye tüm farklı kesimleri kapsayan bir hareket.
Ancak bunu yepyeni bir yaklaşımla yapmamız şart. Çünkü Einstein’in meşhur sözündeki gibi, ‘’Problemleri onlara sebep olan yaklaşımlarla çözemeyiz’’.
Yeni’nin Yürüyüşü dediğim bu yolculukta üç temel ihtiyacımız var:
Fırsat ve tehditleri görmemiz için vizyona;
Belirsizlik içinde zor kararları alabilecek iradeye; ve
Bunları eyleme geçirecek icraatçı yaklaşıma.
Bunları teker teker ele alalım.
IV.
Bir Çin Atasözü” Değişim rüzgârları esince, bazıları duvar örer, bazıları yel değirmeni yapar” diyor.
İlk temel kavramımız olan vizyon, tam da bu.
Dört büyük meydan okumaya yaklaşımımız, yarınlarımızı şekillendirecek.
Birincisi, teknolojik dönüşüm. 1992’deki İzmir İktisat Kongresi yapıldığında Türkiye’de kaç internet kullanıcısı vardı? Sıfır. Bugün? 70 milyon.
Tıpkı Sanayi Devrimi’nde de olduğu gibi, teknolojik dönüşüm önce ekonomiyi, sonra toplumu değiştirdi. Emeğin sembolü artık orak ve çekiç değil, POS cihazları ve bilgisayarlar. Kayıtlı motorlu kurye sayısı veya çağrı merkezinde çalışan kişi sayısı Koç Topluluğu’nun toplam çalışanı kadar.
Gig ekonomisi, yani internet platformları üzerinden müşteri ile buluşulan kısa süreli işler; start-up yani erken aşama girişimler; freelance yani tek başına ve serbest iş yapma ve uzaktan çalışma artık hayatımızın doğal parçaları. Hangi işi yapay zeka yazılımı Chat GPT’nin, hangi işi robotun, ve hangi işi Cobot’un yani insanla robotun beraber yapacağını konuşuyoruz.
Hem açık veri ve bulut bilişimden yararlanmaya çalışıyor, hem de siber savaştan tedirgin oluyoruz.
Bunlardan korkmak da mümkün… Teknolojik sıçrama odaklı bir kalkınma stratejisi kurgulamak da…
İkincisi, orta direğin erimesi. Milletimizin çimentosu; demokratik hukuk devletinin güvencesi, güçlü, sürdürülebilir ve kapsayıcı kalkınmanın dinamosu orta direk, göz göre göre eriyor. Uzağa gitmeden bir örnek vereyim. 1992’deki İktisat Kongresi yapılırken ortaokulda olduğumu söylemiştim. Bursa’nın Muradiye semtinde yaşayan, babası o çocukken vefat etmiş, memur bir ailenin, devlet okulunda okuyan evladı gözümüzün önüne gelsin… Bugün benzer bir delikanlı, akademik ve profesyonel hayatta benim sahip olduğum fırsatlara sahip mi? Bana nasip olan imkanlara erişebilir mi? Bunları geçtim, sosyal medyada korkmadan tweet beğenebilir mi?
Orta sınıfın çöküşüne ağlamak da bir seçenek… Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında yeni bir toplumsal mukavele ile orta direği ayağa kaldırmak da…
Üçüncüsü, küreselleşmenin ve tedarik zincirinin yeniden şekillenmesi. Malların serbest dolaşımı büyük fırsatlar yarattı. Uzak Doğu’dan alınan parçalar Latin Amerika’dan gelen hammadde ile Türkiye’de işlendi, nihai ürün Avrupa’ya satıldı. Nitekim uluslararası ticaret 1950 ile 2008 arasında dünya ekonomik büyümesinin üç katından daha yüksek bir hızla, tam 27 kat arttı. Ancak 2008’den sonra bir şeyler değişti, yeni kaygılar ortaya çıktı. Mesela jeopolitik ilişkiler: Amerika ile Çin arasındaki ekonomik ve teknolojik soğuk savaş. Mesela çevresel faktörler: binlerce kilometre öteden yapılan sevkiyatın karbon salınımı. Mesela kırılganlıklar: salgının etkileri veya çip krizi. Artık dost ülkelerden satın alma, yani friendshoring; yakından satın alma, yani nearshoring ve daha yüksek maliyete yol açmak pahasına yerelde üretme eğilimleri öne çıkıyor.
Pazarlarımızın daralmasından endişe etmek de bir seçenek… Dünyanın önde gelen üretim ve ihracat üssü haline gelmek de…
Dördüncüsü, yeşil mutabakat. Sürdürülebilirlik artık sadece bir iyilik alanı değil. Risk yönetimi ve stratejinin ana konusu. İhracatımızın neredeyse yarısını yaptığımız Avrupa Birliği çevre kriterlerini sıkılaştırırken buna duyarsız kalabilir miyiz? Elektrikli araçlar yaygınlaşırken dizel motorla ne kadar rekabetçi olabiliriz? Karbon vergileri gelirken eski tip enerji üretimine ne kadar devam edebiliriz? Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin, trilyon dolar mertebesinde yeşil mutabakat programları açıklarken sadece izlemekle yetinebilir misiniz?
Tüm bunlara lüks veya ilave maliyet olarak bakmak da bir seçenek… Enerjide arz güvenliğini sağlama, cari açığı azaltma, yepyeni teknolojilerin önünü açma ve Avrupa Birliği ile ilişkileri derinleştirme fırsatı görmek de…
V.
Belirsizliklerle dolu bu dönüşüm süreci bana İtalyan düşünür Gramsci’nin sözünü hatırlatıyor:” Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor. Şimdi canavarlar zamanı”.
Böyle bir ortamda Yeni’nin Yürüyüşü’nü sürdürmek için ikinci temel kavramımıza başvuruyoruz: irade.
Üç alanı yeniden şekillendirmeliyiz: devlet, kamusallık ve siyaset.
Devlet ile başlayalım. İcraatları sorgulanamaz Tanrı devletin 21. yüzyılda yeri yok. Her şeye karışan, bazen seven bazen döven, baba devletin de yeri yok. Ahbap-çavuş ilişkilerinde boğulan, herkese istihdam sunan, girişimciye rakip çıkan işletmeci devletin de yeri yok. Kağıt, mühür, imza ile ayak bağı olan devletin zaten yeri yok. Ama kalkınmayı boş veren, rekabetin kurallarını koymayan, tüketiciyi korumayan devletin de 21. yüzyılda yeri yok. Yeni devlet şefaf işler ve hesap verir. Kural koyar ve işletir. Hür teşebbüsün önünü açar ve geride kalan vatandaşlarına rasyonel şekilde destek olur. Tek bir kavramla ifade etmem gerekirse, yeni devlet eşittir katalizör devlet.
Kamusallık ile devam edelim. Günlük kullanımda ‘kamu’yu sıklıkla ‘devlet’ ile karıştırıyor, karşı kutbuna da özel sektörü koyuveriyoruz. Halbuki kamu ‘herkes, bütün’ anlamına geliyor. Bir örnekle somutlaştırayım. Vatandaşımızı tekno-otokrasiler, yani teknolojiyi baskı aracı olarak kullanan hükümetler karşısında çaresiz bırakmak istemiyoruz. Ama bunun alternatifi onu bigtech, yani tekelleşen küresel teknoloji devlerine yem etmek de değil. Bugün karşı karşıya olduğumuz değişimler ve meydan okumalarla, ancak herkesin optimalini gözeten ve devletlerden şirketlere, sivil toplum kuruluşlarından uluslararası organizasyonlara kadar bütün paydaşları seferber eden bir yaklaşımla başa çıkabiliriz. Bunun temelinde tepeden inme katı hiyerarşi değil, aktörlerin birbirleriyle kurdukları gönüllü network var.
Tüm bunları başarmanın yolu ise yeni siyaset. Politikacıların toplumdan ayrı bir sınıf, adeta bir kast haline gelmesinden bıktık. Bitmek bilmeyen nutuklar ve dolambaçlı ifadelerden sıkıldık. Toplumdan kopuk sanal gündemden yorulduk. Ancak tüm dünyada bunlara karşı çıkan alternatifler genelde ambalaj çalışmasından öteye gitmedi. Yeni siyaseti şovdan ibaret bir popülerlik aracı haline getirirsek, büyük bir değişim fırsatını ıskalarız. Halbuki, sorunları çözecek olan yeni siyaset, yeni dünyaya uygun ilke ve değerler üzerinde yükselmeli. Tek adama karşı ortak akıl; kabilecilik ve kutuplaştırmaya karşı kapsayıcılık popülüst vaatlere karşı dürüstlük; yolsuzluk ve suistimale karşı şeffaflık ve hesap verebilirlik; ve ehliyetsizliğe karşı liyakat.
VI.
Büyük iktisatçı Keynes ‘‘İnsanlığın siyasi meselesi üç şeyi biraraya getirmektir: ekonomik verimlilik, toplumsal adalet ve bireysel hürriyet’’ demiş.
Bu hassas ve dinamik denge, donuk teorilerle değil ancak hayatın pratiğiyle oluşabilir. Vizyon ve iradeden sonraki üçüncü temel kavramımıza geliyoruz: icraat.
Geçenlerde 2019-2023 arasını kapsayan XI. Kalkınma Planı’na baktım. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Karşımda hayli kapsayıcı ve doğru noktalara odaklanan bir metin vardı. Ancak, ülkemizin bu dönemdeki performansını düşününce acı acı gülümsedim. Galiba ‘yazınca oldu’ zannediyoruz. Veya ‘bunlar hep yazılmış ama acaba neden olmadı?’ sorusuna yeterince vakit ayırmıyoruz. Halbuki ‘nasıl uygulanacak?’ sorusu en az ‘ne yapmalı?’ kadar önemli.
Uzun tespitlerle ve kimsenin itiraz edemeyeceği genelgeçer temennilerle bir yere varamayız. Dört alanda kolları sıvamamız gerekiyor:
Birincisi, restorasyon, yani onarım. Kurumsal mimarimizi bir an önce yeniden inşa etmeliyiz. Bununla beraber, demokraside, hukukun üstünlüğünde, basın özgürlüğünde dünya 100. ve gerisinde olma halimize son vermemiz lazım.
İkincisi, entegrasyon, yani bütünleşme. Büyük ülke olmak milletin birlik ve beraberliğinden geçer. Toplumu mikro-gruplara bölen kimlik siyasetine ve nefret diline cepheden karşı çıkmalıyız. İçeride bütünleşme yetmez, dünya sisteminin parçası olan, dünyayla yarışan bir ülke de olmalıyız. Bunun için Eurovision’dan Olimpiyatlar’a, gümrük birliğini güncellemekten Silikon Vadisi’ne büyükelçi atamaya uzanan her alanda ilerlemeliyiz.
Üçüncüsü, mobilizasyon, yani seferberlik. Üç gencimizden birini ‘ne işte ne okulda’ halde bırakamayız. Çalışma çağındaki 10 kadından 3’ü çalışırken gelişmiş ülke olamayız. Engellileri eve mahkum ederek vicdanımıza hesap veremeyiz. Bunun için evrensel kalitede yaşam boyu eğitim; bunun için yaygın yaşlı ve çocuk bakım merkezleri; bunun için internet ve teknolojik cihazlara ucuz erişim ve bunun için güvenli sokaklar.
Dördüncüsü, transformasyon, yani dönüşüm. Kalkınma seferberliğimizin merkezine rant yerine üretim, yatırım ve istihdamı; ucuzculuk ve fasonculuk yerine katma değer ve markalaşmayı; kontrol-kumanda ekonomisi yerine hür teşebbüsü; çıkar lobileri yerine KOBİ’leri koymaya mecburuz. Güçlü üretim için sağlam altyapıyı; artan yatırım için uygun finansmanı, büyüyen istihdam için ara değil aranan elemanları; şahlanan ihracat için açılan pazarları ve yüksek katma değer için yaygınlaşan yenilikçiliği sağlamalıyız.
VII.
Yüksek lisansta hocam olan Profesör Michael Porter’ın güzel bir sözü vardır: ‘’Stratejinin özü ne yapmayacağına karar vermektir.’’
Yeni’nin Yürüyüşü’nde ne yapmak gerektiğini konuştuk. Biraz da ne yapmayacağımızdan bahsedelim.
‘Bizden adam olmaz’ yılgınlığı ile ‘dünya bizi kıskanıyor’ kibri arasında gidip gelemeyiz. Türkiye’nin atılım potansiyeline de güveneceğiz, dünya ekonomisinin yüzde 1’i olduğumuzu da bileceğiz.
Vasatlığı ve dünyanın taşrasına savrulmayı, ‘yerli ve mili’ hamaseti ile perdeleyemeyiz. Gerçek milliyetçilik ülkemizin dünyada sıralamasındaki yerini yükseltmektir. Buna endeks milliyetçiliği diyorum.
Ekonominin doğal kanunlarına karşı kürek çekemeyiz. Kontrol-kumanda ekonomisinin sonu fiyaskodur. Üstelik, bugün hangi şirketin kredi alacağını belirleyen, yarın kişinin ne yiyip içtiğine, nasıl giyindiğine de karışır. Üç temel hürriyeti, yani düşünce, din ve vicdan ve teşebbüs hürriyetlerini özenle korumalıyız.
Fanatik şekilde toptan red veya toptan benimsemeyi artık bırakmalıyız. Doğruları sürdüren, eksikleri tamamlayan, yanlışları düzelten bir yaklaşımla başarıya ulaşabiliriz.
Çuvaldızı hep başkalarına batırdık, biraz da iğneyi kendimize batıralım. Çalışmadan, fedakarlık etmeden, gayret sarf etmeden Sayın Ali Babacan’ın deyimiyle ’alın ve akıl teri dökmeden’ kalıcı refaha ulaşamayacağımızı da bilmemiz lazım.
VIII
Yahya Kemal’in ‘kökü mazide olan atiyim’ ifadesi benim için çok değerli. Bu, Yeni’nin Yürüyüşü için de önemli bir prensip. Zira iddialı bir yürüyüşte ayaklar sağlam zemine basmalı.
İşte bu yüzden, Yeni’nin Yürüyüşü’nde Tanzimat ve Meşruriyet’ten bugüne uzanan modernleşme maceramıza yaslanacağız.
Bu yüzden, Birinci İktisat Kongresi’nden ilham alacağız. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘‘Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; önce haysiyetlerini sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar’’ sözünü bilhassa aklımızda tutacağız.
Bu yüzden, 14 Mayıs 1950’de kansız-kavgasız, serbest bir seçimle ülkemizi çok partili hayata taşıyan İsmet Paşa’yı ve Celal Bayar’ı hatırlayacağız.
Bu yüzden, Menderes ve Demirel’in büyük kalkınma hamlesi mirasına sahip çıkacağız.
Bu yüzden, Türkiye’nin 2001 krizinden sonra çok iddialı bir siyasi ve ekonomik reform programı uyguladığını, bu sayede 2008 küresel krizini örnek ülke olarak atlattığını unutmayacağız.
Nesilden nesile geçen bu tarihi zenginliği, vizyoner, iradeli ve icraatçı bir yaklaşım ile birleştirdiğimizde, büyük Türkiye’nin yolu açılacak. Yeni’nin Yürüyüşü başlayacak ve ülkemize çağ atlatana dek sürecek.
Ve inşallah bugün lisede olan oğlum benim yaşıma geldiğinde, merhum Cumhurbaşkanı Özal’ın 1992’de bu kürsüde söylediği hedef gerçekleşecek:
‘’21. Yüzyıl Türkiye’nin ve milletimizin asrı olacak.’’